Sensin sevdiğim
Giydiklerin değil
Ya da saçını yapma biçimin
Sensin sevdiğim
Tam şu andaki halin
Ta derinlerindeki halin
Ne seni gizleyen şeyler
Ne oyuncakların
Onlar sadece senin yanında
Sensin sevdiğim
Her parçan
Tenin, gözlerin, duyguların
Eski de olsa, yeni de
Umarım hatırlarsın
Hüzünlü hissettiğinde bile
Sevdiğim sensin
Sensin
Sensin sevdiğim
-Fred Rogers
Bay Rogers, Amerikan kamu televizyonunda hazırladığı çocuk programında 31 sene boyunca hep bu şarkıyı söyledi. Dünyada çocukların (aslında tüm insanların) en fazla duymaya ihtiyacı olduğu şeyin tam bu olduğunu biliyordu. Çocuklar, sevilmek, kabul edilmek istiyorlardı ama o kadar çok şartı yerine getirmeleri gerekiyordu ki bunun için. Uslu durmaları, doğru sözleri söylemeleri, doğru renkte ve kiloda olmaları, söylenenleri yapmaları, sağlıklı olmaları, cinsiyetlerine uygun davranmaları… Ne çok şart! El ve ayaklarını kullanamayan engelli bir çocuğun yanına oturup, tam şu andaki halini seviyorum diye mırıldanıyordu, Mr. Rogers. Ve bütün engelli çocuklar sevilmeleri için bir engel olmadığını duyuyordu o an. Kahverengi tenli bir çocuğa söylüyordu. O “tenini seviyorum” dediğini duyuyordu. Siyah çocuklar, belki de televizyondan ilk kez duyuyordu bunu. Koca koca insanların Bay Rogers denildiğinde gözlerinin yaşardığını gördüm. En hırpalanmış yerlerinden sevmişti çocukları ve bu sevgiyi hak ettiklerine ikna etmişti onları.
Mert eline bebek aldığında, babası öfkeli bir bakış fırlattı annesine. Annesi korkuyla elinden çekti bebeği. Yıllarca takip ettiler diğer oğlan çocuklarından biraz farklı davranan oğullarını. Şefkat, gurur ve neşeyle değil, hayalkırıklığı, korku ve şüpheyle izlediler onu, her davranışlarını zehirleyen bir şüpheyle. Top oynasın istediler. Kendine vurana, bir tane de o vursun istediler. Canı yanınca, üzülünce ağlamasın istediler. Kızkardeşinin oyuncaklarıyla oynamasın istediler. Mert sevilmediğini bilerek büyüdü. Seviyorlardı elbet ama onu değil, olmasını istedikleri çocuğu. Mert ağlamamayı öğrendi, istedikleri oyuncaklarla oynamamayı, top peşinde koşmayı, “erkek gibi” küfretmeyi. Kabul edilmek istiyordu, kimseyi üzmemek. Babası ondan utanmasın istiyordu, kimsenin yüzü yere eğilmesin onun yüzünden. İnsanlar onu olduğu gibi sevemeyecekse, onların seveceği gibi olmaya karar verdi. Öyle olamadı ama öyle gibi yaptı. Mert asla aşık olamayacağı, arzu duyamayacağı bir kadınla evlendi, çocukları oldu. Etrafı her zaman “biraz değişik” olduğunu düşündü ama sustu. Oyuna uymuştu, huzuru bozmamıştı. Yalandan, kocaman bir mutsuzluk inşa etmişti kendine ve eşine. Sıla ise hiç evlenmedi. Ne kendine, ne bir başkasına bunu yapamayacağına karar verdi. “Evde kaldı, kimseleri beğenmedi” dediler. O da kimsenin yüzünü eğmedi. Hep uydu kurallara. Olduğu gibi sevilmenin mümkün olmadığını bilerek.
Evren diziyi açtı. Karşısında kendisi gibi bir genç vardı. Kendisi gibi. Yalnız değildi. Kendisi gibi zorlanıyordu ama onu kabul edenler vardı. Belki beni de kabul edenler olur diye düşündü. Bu düşünce ona umut verdi. Umuda çok ihtiyacı vardı. Kendini çok yalnız, çok çaresiz hissediyordu. Bazen kendinden tiksiniyor, sevilmeyi hak etmediğini düşünüyordu. Ama işte orada, ekranda Jacob’ı sevenler vardı. Olduğu gibi. Gey olduğunu bilerek, onunla arkadaş oluyorlardı. Ailesi erkek arkadaşıyla tanışıyordu. Evren bu kabulü istedi, çok istedi. Yıllar geçtikçe, bunu hak ettiğine inanmaya başladı. Onur Yürüyüşü yasakları sürerken, benim gibi insanlar hakları için mücadele veriyorlar diye düşündü, onlara katılmak istedi. Üniversiteye ilk gittiğinde, kocaman gökkuşağı bayrağını gördü bir öğrenci kulübü masasında. Çekinerek masaya yaklaştı. Broşürlere baktı, uzaklaştı. Masadaki yüzleri kazıdı aklına. Onu kabul edip, sevecekler miydi bu insanlar? Olduğu gibi? Onun gibiler miydi? İkinci sene şehirdeki LGBT derneğine gitti bir gün. Hak ettiği ve istediği kabullenme ve sevgiyi görmediği için isyan ediyordu artık. Ailesine, arkadaşlarına nasıl açılacağını sordu. Çay ikram ettiler, konuşmaya başladılar. Başkalarının hikâyelerini dinledi. Kimisi ummadığı kadar iyi tepki almıştı çevresinden. Kimisi çok fazla detaya girmeden yaşadıkları korkunç şeylerden bahsetti. Ama ailelerinin utancı kendi ayıplarıydı, açılan çocuklarının değil. Bunu duydu Evren ve inandı. Cesareti gittikçe büyüyordu. Netflix’i açtı. Neredeyse bütün LGBT odaklı dizileri izlemişti. En çok özdeşleştiği karakterin hikâyesini tekrar izlemek istedi. O akşam, “anne, ben geyim” dedi. Annesi gözlerini kaçırıp “Akşama ne yemek istersin?” diye sorarak, hiç duymamış gibi mutfağa kaçtı. Ama Evren vazgeçmeyecekti, ilk adımı atmıştı.
Herkes biliyor kimsenin izlediği diziden cinsel yöneliminin değişmeyeceğini. Herkes. Bunu kimseye anlatmamıza gerek yok. Gey olmak bir seçim olsaydı, bu toplumda bir kişi bile seçer miydi diye sormamıza gerek yok. Dizi izlemekle lezbiyen olunsaydı, herkes lezbiyen olurdu diye mantık yürütmemize gerek yok. Onur Yürüyüşü’nü görmekle trans olunsaydı, sol yürüyüş görenler solcu olurdu diye dalga geçmemize gerek yok. Biliyorlar. Dizi izlemeyle şiddete özenilebilir ama geyliğe özenilmez. Biliyorlar. Onların derdi başka. Açıklamayla nefes tüketmemize gerek yok.
Onlar, ki onlar her evde, her mahallede, her okulda, iş yerinde, onlar kendilerini ve çocuklarını oldukları gibi sevmeyenler, onların tek istediği, herkesin “mış gibi” yapmaya devam etmesi. Çocuklarının gey olması değil sorun, çıkıp utanmadan, “ben geyim” demesi. Aileyi “ele güne rezil rüsva” etmesi. Riyakârlık oyununa katılmayı reddetmesi. Karşı cinsten birisiyle evlenip, çocuk yapmaya hayır demesi, farklılığından utanmaması, çekinmemesi, onların onayını istese bile buna muhtaç olmaması. Ben buyum demesi. Asıl dertleri bu.
Ama macun tüpten çıktı. Geri sokmanız imkânsız. Gençler sizden bulamadıkları kabullenmeyi Amerikan dizilerinde, pop şarkılarda, sokak aralarına boyanan gökkuşaklarında buldular. Sizden öğrendikleri korkaklığı Onur Yürüyüşü’nü görerek cesarete çevirdiler. Çünkü filmler, yürüyüşler, gey görünürlüğü cinselliğinizi değiştiremez ama cinsel yöneliminizden utanmaktan vazgeçmenizi sağlar, korktuğunuz için saklandığınız gölgeden çıkmak için sizi yüreklendirir. O sizi titreten LGBT grupları, dergileri yapayalnız ve bedbaht ruhlara merhem olabilir dayanışmasıyla, yalnız yürümeyeceksin haykırışıyla. Tek amacı kâr etmek olan bir şirket Netflix. Talebi yaratmıyor, talebe cevap veriyor. İnsanlar (içten içe siz de) bu hikâyeleri izlemek istiyor. Çünkü sürülen yalan hayatlardan çok daha gerçek bu kurgular.
Siz herkesin saklanmasını, maske giymesini istersiniz. Bütün kimlikler, arzular, farklılıklar silinsin, görünür olmasın, gizlide yaşansın her şey istersiniz. İnkârla, ikiyüzlülükle boğarsınız gerçeği. Ahlak adı altında, çocuğunuzdan sevginizi esirgersiniz. Onun yöneliminin vukuu değil, şukuu korkutur sizi. Siz o dizileri, yürüyüşleri, grupları çocuğunuz “özenmesin diye” değil, zaten olduğu şeyi ifade etmek için ses bulamasın, kendi olmaya cesaret edemesin diye yasaklarsınız. Ama beyhude çabanız.
Siz onları sevmiyorsanız, ne kadar acı verse de, koparıp kendilerini gidecekler çünkü artık kendilerini oldukları gibi kabul edecek insanlar var ve onlar bunu biliyor. O dizileri izleyip, o şarkıları dinleyerek büyüyen arkadaşları onlara “seni olduğun gibi seviyorum” diyecek. Belki ilk başta bir kişi. Şimdilik bu yeter. Çünkü bir kişinin onu olduğu gibi sevmesi, bütün dünyanın yalan yüzünü sevmesine yeğdir. Ve biz o çocukları seviyoruz. Oldukları gibi. Gözlerine bakıyoruz, yukarıdan değil. İstedikleri mesleği de yapacaklar, isterlerse çocuk sahibi de olacaklar, özgürce ve kendileri gibi yaşarken. Utanmadan, saklanmadan, onurla. Zaman sizin zamanınız değil, tam olduğu gibi sevilmeyi hak ettiğini bilen, dürüst ve ahlaklı yaşamayı talep eden çocukların zamanı.
Çocuklar, sizsiniz sevdiğimiz, ta derinlerinizdeki haliniz.