Zeynel ÖZGÜN*
Son altı aydır günlük hayat rutinimizi belirleyen Covid19 pandemisi, bir yandan hayatımızı zorlaştıran birçok sorunu ortaya çıkarırken öte yandan bazı toplumsal kurumların işleyişini ve bazı kamusal hizmetlerin sunulma ve yürütülme biçimlerini bir kez daha gözden geçirmemize olanak sağladı. Tartışılan konular arasında sağlık ve eğitim sistemine ilişkin olanlar kuşku yok ki (haklı olarak) gündemi en çok meşgul edenler oldu.
Eğitim-öğretim faaliyeti mart ayından bu yana pandemi koşullarından dolayı uzaktan eğitim şeklinde devam ettirildi. Uzaktan eğitim artıları, eksileri, Türkiye’deki uygulamaların iyi ve kötü yanları, amaca ne denli hizmet ettiği gibi birçok açıdan tartışıldı ve görünen o ki tartışılmaya devam da edecek. Tartışmanın bir diğer konusu ise okulların açılması veya açılmaması olarak sürüyor. Bu yazının konusu da bu olacak. Eninde sonunda okullar elbette açılacak. Açılmalı da. Peki nasıl?
“NE ZAMAN AÇILMALI?” DEĞİL, “NASIL AÇILMALI?”
Son altı aydır okulların açılıp açılmayacağıyla ilgili kısır bir tartışma yürüyor ve bu tartışmaların odağındaki soru ise okulların hangi tarihte açılacağı. Aslında konuyu bu soru eksenine indirgemek asıl tartışılması gereken şeyleri (bilerek veya bilmeyerek) görünmez kılmaya yol açıyor. Bu nedenle okulların hangi tarihte açılacağından çok okulların hangi koşullarda açılması gerektiğini tartışmak daha ön açıcı olacak.
Eğitim sistemimiz küresel salgına ne yazık ki en kötü koşullarda yakalandı. Eğitim bütçesinin kıt, personel istihdamının eksik, fiziki kapasitenin yetersiz ve planlamanın kamusal hizmet amacına yönelik değil, siyasal bir angajmana göre yapıldığı en karmaşık dönemde küresel bir salgınla karşılaştık. Unutmamak gerekir ki olağanüstü koşullar, yürümekte olan rutin bir sistemi bile derinden sarsarken, işlemez hale gelmiş ve bir sistem olmaktan uzaklaşmış alanı ise darmadağın eder. İşte yaşanan şey tam da budur, darmadağın oluyoruz.