İran denilince Türkiye’de herkesin zihninde başka bir ülke şekillenir. Kimine göre şeriatın hüküm sürdüğü bir ülke, kimine göre kökleri tarihin derinliklerinde olan güçlü bir uygarlık, bazılarına göre ise mistik bir masal ülkesi… Aslında bunların hepsi de doğru sayılabilir. Ancak İran’ın Türkiye açısından önemi çok daha derin. Gazneliler ile Selçuklular arasında 1040’da gerçekleşen Dandanakan Savaşı’nın ardından bugünkü Tahran’ın eski merkezi olan Rey’i kendisine başkent yapan Tuğrul Bey’in kurduğu Büyük Selçuklu Devleti’nin kuluçka merkezi İran topraklarıydı.
Selçukluların ardından Harzemşahlar, Karakoyunlular, Akkoyunlular, Safeviler, Avşar Hanedanlığı ve Kaçarlar gibi Türk kökenli hanedan ve devletlerin hüküm sürdüğü İran’ın son bin yıllık geçmişinde Türkler var. Dilden kültüre, mimariden yemek içme birikimine kadar bir çok alanda birbirini etkileyen Türkiye ve İran’ın ortak geçmişi bugün sanıldığından çok daha derin.
VAN’DAN TEBRİZ’E ANADOLU ERENLERİNİN İZİNDE
İşte bu köklerin izini sürmek ve insanından coğrafyasına, kültür mirasından yerel tatlarına dokunmak için İran yollarındayız. Şems-i Tebrizi’den, Abdal Musa’ya, Hacı Bektaş’ı Veli’den Ahi Evran’a Anadolu topraklarında etkileri bugün de süren toplum önderlerinin doğduğu topraklara kara yoluyla gitmek için Van’a ulaşıyoruz.
HES’LERİN UĞRAMADIĞI BİR DERE GÖRMEK İNSANI MUTLU EDİYOR
Kapıköy’den geçip İran topraklarına girdiğimizde, adeta zamanın 1970’lerde durduğu bir ülkeye geldiğimizi düşünüyoruz. Sınırın Türkiye tarafındaki köylerde geleneksel mimarinin yerini daha çok betonarme evler almaya başlamışken İran’daki köyler geleneksel dokuyu sürdürüyor. Türkiye-İran demiryolunun da geçtiği oldukça dağlık olan vadi boyunca ilerlerken sağımızda akan derenin berraklığı dikkat çekiyor. Türkiye’nin son yıllarda neredeyse her dereye bir HES inşa etmesi ve topografyanın parçalanması sonucu oluşan görüntü kirliliğini anımsayınca çıplak ve boz dağların arsında kendi doğallığında akan bir dere görmek insanı mutlu ediyor. Türkiye’nin dereleri 2006 yılından bu yana öylesine tahrip edildi ki, insan doğal haliyle akan küçük bir dere görünce bile sevinebiliyor…
ANADOLU’NUN İNANÇ VE TOPLUM ÖNDERLERİNİN DOĞDUĞU TOPRAKLAR
Doğu Anadolu’nun yüksek rakımlı platoları Ağustos sonları olmasına rağmen halen yeşilliğini korurken İran sınırına girince başlayan gri ve çıplak dağlar bir süre ürpertici gelse de bozkır ikliminin hüküm sürdüğü bu coğrafyaya da kısa sürede alışıyoruz. Türkiye sınırına en yakın İran kenti olan Hoy’a yaklaştıkça tıpkı Karaman, Niğde, Aksaray ya da Kayseri’nin bağlarını andıran bir doku başlıyor. Nüfusunun büyük kısmı Türkmen olan Hoy’un bahçeleri tıpkı Anadolu kasabaları gibi kavak ağaçlarıyla dolu. Ay çiçeği tarlalarında hasat zamanı. Her yer boyları iki metreyi bulan iri ay çiçekleriyle dolu.
‘ASLIMI SORAR İSEN HOY’DANIZ’
Hoy’un Anadolu inanç kültürü için önemi büyük. 13. yüzyılda ortaya çıkan Ahilik örgütünün kurucusu Ahi Evran ile 14. yüzyılın önemli toplum önderlerinden biri olan ve Kaygusuz Abdal gibi güçlü bir ozanı yetiştiren Abdal Musa Hoy’dan Anadolu’ya gelen iki önemli isim. Hacıbektaş-i Veli’nin amcası Haydar Ata’nın torunu olan Abdal Musa, Hoy’la ilgili bağını bir şiirinde şöyle anlatır:
“Kim ne bilir bizi nice soydayız
Ne zerrede oddan ne de sudanız
Bize meftün olan marifet söyler
Biz Horasan ellerinde boydanız
Musa gibi lentarani deniriz
Aslımı sorar isen Hoy’ danız.”
İRAN’DAKİ TAMİRCİ DÜKKANINDA ‘ÇİÇEK ABBAS’ TABELASI
Hoy ve çevresindeki iş yerlerinin pek çoğunda Arap harfleriyle yazılmış Farsça tabelaların yanında Türkçe tabelalar da dikkat çekiyor. Bütün Kuzey İran’da olduğu gibi bölge halkıyla başka bir dil kullanmadan yalnızca Türkçeyi kullanarak rahatlıkla iletişim kurulabiliyor. Bağdere, Kızkale, Tepebaşı, Köşksaray, Yamçı ve Yalnızağaç gibi bir çok küçük yerleşimin adı Türkçe. Yol kenarındaki otomobil tamircilerinden birinde İlyas Salman ve Şener Şen’in başrolleri paylaştığı ünlü film ‘Çiçek Abbas’ın tabelasını görmek ise oldukça ilginç.
İRAN, KOMÜNİST KÜBA’NIN İSLAMİ MODELİ GİBİ
Hoy’dan Bir zamanlar Selçuklu Sultanı Alparslan’ın İranlı ünlü Veziri Nizam-ül Mülk ile birlikte Anadolu’yu ele geçirmek için düzenlediği sefer sırasında ordusuyla birlikte hazırlık yaptığı Merend’e doğru yola çıkıyoruz. Merend de tıpkı Hoy gibi nüfusunun çoğunluğunun Türkmenlerden oluşan küçük bir kent. Yollarda çoğu 1960’lardan kalma dev kamyonlar çalışıyor. Bu yanıyla İran komünist Küba’nın İslami modeli gibi duruyor. Otomobil müzelerinde olması gereken 50 yıllık araçları yollarda görmek mümkün. Türkiye’deki otobüs yoğunluğunun aksine İran’da da kamyonlar ve taksicilik yapan otomobiller göze çarpıyor. Yakıt Türkiye’ye göre neredeyse sudan ucuz olduğu için şehirlerarası yolcu taşımacılığı için bile bu taksiler kullanılıyor. 20-25 TL karşılığındaki İran Tümeniyle taksiyle yaklaşık 200 kilometre bulan yolculuklar yapılabiliyor. Araçların çoğu eski model olsa da İran’daki trafik kuralları oldukça sıkı ve sürücüler buna harfiyen uyuyor.
AZERBAYCAN MEYDANINDAN ERDEBİL’E
Merend’den sonra Sufiyan kenti üzerinden bölgenin kalbi konumundaki Tebriz’e ulaşıyoruz. Tebriz’in girişinde Azerbaycan Meydanı karşılıyor bizi. Burası Tebriz’in diğer kentlerle bağlantısını sağlayan büyük yolların kesiştiği kavşak konumunda. Bin yıldır bütün bölgenin en önemli kentlerinden biri olan İpek Yolu üzerindeki Tebriz’i tüm sırlarıyla birlikte keşfetmeyi Kuzey İran gezimizin sonuna bırakıp, kısa bir molanın ardından Erdebil’de bizi bekleyen dostlarımıza ulaşmak için yola devam ediyoruz.
İRAN’DA OTEL YERİNE ÇADIR KULLANIMI YAYGIN
Yaklaşık 240 kilometrelik bir yolculuğun ardından gece yarısı Erdebil’e ulaşıyoruz. Geceyi bir otelde geçireceğiz. İran’da otelcilik kültürü henüz oturmamış. Oteller hem oldukça eski ve bakımsız hem de konfordan yoksun. Bir nevi 1960’ların Anadolu kentlerindeki otelleri andırıyor. Buna karşılık evlerde konuk ağırlama kültürü oldukça yaygın. Ayrıca güneyden kuzeye bütün İran’da çadırlı kamp kültürü gelişmiş durumda. Kentlerin ortasındaki yeşil alanlar ve mesire yerlerinde halk dilediği gibi çadırını kurabiliyor. Türkiye’de kuş sütünün eksik olduğu kahvaltı çılgınlığına rağmen İran otellerinde sabah kahvaltısı olarak yerli üretim bal-kaymak ya da sahanda yumurta veriliyor.
ERDEBİL’DE DUYDUĞUMUZ İLK SORU: ‘ACUN ABİM NE YAPIYOR?’
Erdebil’de geceyi geçirdiğimiz otelci Türkiye’den geldiğimizi öğrenince hemen sorular sormaya başlıyor. İlk sorusu “Acun ağabeyim ne yapıyor?” Türk televizyonculuğuna ‘Televole’ kültürünü sokan Acun Ilıcalı’nın programlarının, gözü kulağı Türk televizyonlarında olan İran toplumunda da yoğun biçimde izlendiğini anlıyoruz. Bir de her gün televizyon ekranlarından gördükleri Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı soruyorlar. İzletilenin, izleyen üzerinde denetim kurduğu digital çağda, youtube, twitter ve facebook gibi sosyal medya uygulamalarının yasak olduğu İran’da en büyük eğlence kaynaklarından biri Türk televizyonları olmuş. Türkiye’de pek önemsenmeyen bir tv oyuncusu İran’da çok daha fazla tanınabiliyor. Bu konu başlı başına üzerinde durmayı hak ediyor.
İRAN’DAKİ EVLERDE TÜRK TELEVİZYONLARI İZLENİYOR
Evlerde çoğunlukla Türk kanalları izleniyor. Çocuklar çizgi film, gençler ise dizi ve yarışmaları izleyerek Türkçe öğreniyorlar. Bu durum yalnızca Türk kökenli İran vatandaşları için geçerli değil, Farsi kökenliler için de geçerli. Tahranlı olduğunu söyleyen İran asıllı genç bir üniversite öğrencisi televizyon izleyerek ve okuyarak Türkçe öğrendiğini söylüyor. Amacının Türkiye’de yüksek lisans yapabilmek olduğunu dile getiren üniversite öğrencisi, geçmişte İran’daki ders kitaplarında İslam öncesi İran tarihine ait bilgilerin olduğunu ancak son yıllarda yavaş yavaş bu dönemin unutturulmaya çalışıldığını söylüyor.
OYUNUNA GELEN İKİ ÜLKE BATININ PAZARI OLMAKTAN KURTULAMAZ
İran’da gözü kulağı Türkiye’de olan milyonlarca insan yaşıyor. Bu sadece İran için geçerli değil, bölgede birçok başka ülke için de geçerli. Bu bakımdan Türkiye’deki yoz ve niteliksiz yayıncılığın bu gözle de değerlendirilmesi gerekiyor. Türk’e Türk propagandası yapmadan, kültürel ve tarihi coğrafyayı gerçekliği çarpıtmadan ele alan ve bugünkü kuşaklara birlik ve beraberlik duygusunu aktaracak biçimde işleyecek bir yayıncılık en çok iki ülke halkına hizmet edebilir. İçi boş etnik ve mezhepsel çatışmaların içine çekilerek enerjisini tüketen iki ülke ancak batılı sanayi devlerinin pazarı olmaktan öteye geçemez. Bunun en basit örneği İran ve Türkiye sokaklarında yaşanıyor. Yıllarca laiklik ve şeriat kavramları üzerinden İran ve Türkiye’yi birbirine karşı kışkırtan batılı ülkelerin (İngiltere, Almanya, Fransa) ürettiği otomobiller İran ve Türkiye’nin yollarını arşınlıyor. Her şeye rağmen İran kendi otomobil markalarını yaratmış ve sokaklarda göze çarpacak biçimde batılı otomobillerin arasında yer alıyor.
ERDEBİL SUFİLERİNİN DERGAHINDAYIZ
Otelden ayrılıp Erdebil’de bize rehberlik edecek olan dostumuzla buluşuyoruz. Erdebil hem İran’ın hem de Türkiye’nin tarihini derinden etkilemiş önemli bir merkez. Bunun en önemli nedeni 13. Yüzyılda Şeyh Safiyyüddin Erdebili’nin Erdebil’de kurduğu tekke. Erdebil Tekkesi, Timur ve Akkoyunlular dâhil bölgeye hükmeden Türk hükümdarlar tarafından desteklenen bir inanç merkezi olmuş. Şeyh Safiyyüddin’in torunu olan Şeyh Cüneyt, 15. Yüzyılın ikinci yarısında bir süre Anadolu’da Türkmenler arasında düşüncelerini yayma çabasının ardından Erdebil Tekkesini siyasi bir merkeze dönüştürerek adını Şeyh Safiyyüddin’den alan ‘Safevi’ devletinin siyasi ve ideolojik temellerini atmış.
‘AKILGEL BERİ’ DİYEN ŞAH HATAYİ’NİN YETİŞTİĞİ OCAK
Şeyh Safiyyüddin’in soyundan gelen ve 16. Yüzyılda büyük bir imparatorluğa dönüşen Safevi Devletinin kurucusu Şah İsmail, Şeyh Cüneyt’in torunu. Şah Hatayi mahlasıyla ve duru bir Türkçe ile yazdığı şiirler bugün de Anadolu’dan Balkanlara, İran’dan Kafkaslara Türkçe konuşulan coğrafyalardaki halkın dilinde söyleniyor. Şah Hatayi’ye ait olan ‘Akıl gel beri’, ‘Ezel bahar olmayınca’, ‘Muhabbet bağında bir gül açıldı’, ‘Vardım Kırklar yaylasına’, ‘Ela gözlü pirim geldi’ gibi yüzlerce nefes ve deyiş bugün Anadolu halkının gönüllerinde yaşamayı sürdürüyor.
BALIKLI ÇAYININ İKİ YE BÖLDÜĞÜ TARİHİ KENT
Erdebil’de görmek istediğimiz ilk tarihi mekân, Şeyh Safiyüddin’in ve diğer aile üyelerinin anıt mezarlarını da içeren külliye. Bir zamanlar dünyanın dört bir yanına dağılan Erdebil Sufilerinin yetiştiği Erdebil Tekkesi bugün müze niteliğine bürünmüş. Daha Ortaçağda önemli bir kültür ve ticaret merkezi olan Erdebil’in eski dokusunun bulunduğu bölgeye doğru ilerliyoruz. Kentin ortasından geçen Balıklı Çayı’nın üzerinde çok sayıda tarihi köprü bulunuyor. Erdebillilerin deyimiyle Şeyh Safi Müzesi’ne girmeden önce eskiden dergâhın avlusu olan bakımlı bahçeden geçiyoruz. Burası aynı zamanda İran halkı için önemli bir ziyaretgâh. Şeyh Safiyüddin, Şah İsmail ve ailenin diğer üyelerinin sandukalarının bulunduğu türbe günün her saati insanlarla dolup taşıyor. Türbenin dış kısmında Şah İsmail’in annesi, aynı zamanda Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın kızı olan Alemşah Halime Begüm’ün mezarı bulunuyor.
TÜRKLERİN PİRİ’NİN MİRASINI RUSLAR KAÇIRMIŞ
Yaşadığı dönemde Pir-i Türk (Türklerin Piri) olarak anılan Şeyh Safiyüddin’in anıt mezarını çevreleyen yapı topluluğu Safeviler döneminde inşa edilmiş. Bu yapılar arasında bulunan okul, kütüphane, cami, hastane ve sarnıç ve aşevi gibi mekânlar hanedanlık yönetimi döneminde halka ücretsiz hizmet vermiş. Erdebil 1828’de Ruslar tarafından işgal edildiğinde Şeyh Safiyyüddin dergâhının kütüphanesinde bulunan el yazması kitaplar, halılar, değerli porselenler St. Petersburg’a kaçırılmış. Avlusunda Şeyh Safiyüddin ve Şah İsmail’in oldukça başarılı birer sanat örneği olan heykellerinin bulunduğu yapı topluluğu, 2010 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesine eklenmiş. Külliye ve çevresini bugün İran ordusuna mensup askerler koruyor.
ÇALDIRAN SAVAŞINDA ŞEHİT OLAN ASKERLER BURADA YATIYOR
Anıt mezar çevresinde dağınık ama sade mezar taşları dikkatimizi çekiyor. Bize rehberlik eden Erdebilli dostumuz bu mezarların Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim ile Safevi İmparatoru Şah İsmail arasında 1514 yılında yaşanan ve her iki taraftaki Türk askerlerinin birbirini öldürdüğü Çaldıran Savaşında şehit olan Safevi askerlerine ait olduğunu söylüyor.
İRAN ŞAHI TÜRKÇE, OSMANLI SULTANI FARSÇA ŞİİRLER YAZIYORDU
Şah İsmail Türkçe şiirler yazan bir ozandı, ordusu Kızılbaş Türkmenlerden oluşuyordu ancak Türk tarih kitaplarında İran Safevi İmparatoru olarak anıldı ve bu halka ‘düşman’ olarak öğretildi. Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim ise ‘Avni’ mahlasıyla Farsça şiirler yazıyordu. Avni’nin yazdıklarının tek bir kelimesini bile bugün Anadolu halkı anımsamıyor. Ancak Şah Hatayi’nin sözleri en ücra dağ köylerinde bile halkın dilinde söylenmeye devam ediyor. Yavuz’un adı tepkilere rağmen üçüncü Boğaz köprüsüne ‘devlet kararıyla’ verilirken Hatayi’nin adı yüzlerce yıldır Anadolu halkının gönlünde yaşıyor.
YOZGAT’TAN GÖÇ EDİP İRAN’DA DEVLET KURAN TÜRKMENLER
Erdebil dergâhından ayrılıp kentin kapalı çarşısına doğru ilerliyoruz. Yerli halkın ‘örtülü bazar’ dediği tarihi kapalı çarşı Erdebil’in kalbinde yer alıyor. Geçmişte kervansarayları da bulunan kapalı çarşının çevresinde çok sayıda hamam da bulunuyor. Birçoğu harabeye dönen hamamlar Kaçar hanedanlığı döneminden kalma. Tarihi sokaklarda yürürken bu hamamların restore edildiğini görüyoruz. Bazıları da müzeye dönüştürülmüş. 15. Yüzyılın sonlarında Anadolu’dan (Yozgat ve çevresinden giden Bozoklar) İran’a göç eden Türkmenlerden oluşan Kaçarlar, İran’da birliği sağlayıp Rus tehditlerini de savuşturdukları 18. Yüzyılın sonlarından itibaren hüküm sürdükleri dönemde mimariden gündelik yaşama birçok alanda etkili olmuş. Erdebil ve çevresi Kaçar döneminin izlerinin en yoğun hissedildiği bölgelerden biri.
ÖRTÜLÜ BAZAR GEÇMİŞİ YAŞATIYOR
Kaçar dönemi ne ait kültür mirasında, Babür (Hint), İran, Kafkasya ve Anadolu’nun karışımı göze çarpıyor. Erdebil’deki Kaçarlar dönemine ait tarihi evlerin birçoğu restore edilmiş, bazıları yerel lezzetlerin sunulduğu restoranlara dönüştürülmüş. Kaçarlar döneminde Erdebil önemli bir ticari merkez olmuş. Bu dönemde kentte 12 bin civarında dükkân bulunduğu belirtiliyor. Eski hareketliliğini arasa da Örtülü Bazar, bugün görkemli geçmişin izlerini taşıyor. Her meslek grubunun bölümü ayrı. Halıcılar, kuru yemişçiler, zahire ve un dükkânları, manavlar ve kuru balık satıcılarının renkli tezgâh ve vitrinlerindeki ürünler, Erdebil Kapalı Çarşısı’nın sanki bin yıldır hiç değişmeyen bir mekâna dönüştürüyor.
ANADOLU’DAN İRAN’A KAK KÜLTÜRÜ
Yaz aylarında İran’ın kentlerinde en çok görülen meyve kavun. Uzun ve daha az sulu ancak aroması ve lezzeti olağanüstü olan İran kavunu daha çok Meşhed’de yetiştiriliyor. Geçmişte Buhara ve Semerkand’da kurutularak da tüketilen kavun bu coğrafyada çok seviliyor. Genel olarak Türkmenler tam bir kuru yemiş ustası ve tutkunu. Anadolu köylerindeki adıyla ‘kak’, yani kuru meyveler, Erdebil’de de aynı adla anılıyor. Kayısıdan eriğe, limondan elmaya, erikten armuda yüzlerce meyve türü ‘kak’lanıp kurutuluyor ve yaşamı tatlandırıyor. Bu aslında kimyasal ve enerji gerektirmeyen, yalnızca güneşin enerjisinden yararlanılan oldukça eski önemli bir saklama yöntemi.
ERDEBİL’İN AYRAN AŞI KÜLTÜREL BİR SİMGE GİBİ
Erdebil denilince akla Ayran aşı geliyor. İran’ın birçok bölgesinde bu yemek sevilerek tüketiliyor ancak hiçbir yerde Erdebil’deki gibi hayatın tam ortasında değil. Türkiye’deki yayla çorbasının benzeri olan ayran aşı, buradaki halkı birbirine bağlayan bir kültürel simge gibi. Tarihi kenti gezdikten sonra bizi konuk eden Erdebilli aile ile buluşup kentin güneyindeki Şorabil Gölü’ne gidiyoruz. Ardından da ayran aşı içmeye gideceğiz.
İRANLILAR ŞORABİL GÖLÜ ÇEVRESİNDE SERİNLİYORLAR
Şorabil Gölü’nün çevresi devasa bir park. Erdebil halklı için burası önemli bir buluşma yeri. Özellikle geceleri İran’ın güneyindeki sıcak kentlerden gelen halk Şorabil Gölü çevresindeki parkta çadırlarını kurup bir kaç günlük kamp yapıyor. Çoluk çocuk kalabalık gruplar halinde gelen İranlılar güneye göre çok daha serin olan Erdebil’in havasını soluyup serinliyorlar.
REJİMİN AĞIR HAVASI TÜRKÜLERLE İNCELİYOR
Dışarıdan bakınca oldukça kapalı bir toplum gibi duran ve ağır bir dini baskı altında görünen İran’da gündelik yaşam çok daha rafine akıyor. İran halkı köklerini ve kültürlerine sarılarak yaşam neşesi damıtmayı büyük bir ustalıkla yapıyor. Erdebilli dostlarımız elinde biletlerle geliyor. Şorabil Gölü kıyısında tur atan eğlence trenine doluşuyoruz hep birlikte. Aslında basit bir yetişkin oyuncağı olan tren hareket edince yarı Türkçe yarı Farsça bir Azeri türküsü çalmaya başlıyor ve “Aman aman ay aman şu kızların elinden, halım olubdur yaman şu kızların elinden” sözleriyle yediden yetmişe herkes oturduğu yerden oynamaya ya da şarkıya eşlik etmeye başlıyor. Bisikletleriyle trenin arkasına takılıp bu halk eğlencesine eklenen gençler bir İran filmi sahnesi yaşatıyorlar adeta. Erdebil halkı, sosyal yaşamı 40 yıldır denetim altına almış olan Molla rejiminin yarattığı ağır havayı dağıtmanın yolunu yaşamın her anında köklü kültürlerine sarılarak buluyor. Bu bazen mis gibi kokan bir ekmek, bazen insanın kanını kaynatan bir türkü ama her zaman ayran aşı!
ERDEBİL’DE GECE ÇORBACILARI VE İRANLI KADINLAR
Yarı Farsça yarı Türkçe kıvrak Azeri türküleri eşliğinde Şorabil Gölü’nün çevresinde trenle attığımız turun ardından Erdebilli dostlarımız geceyi güzel bir sonla noktalamak için bizi çorbacıya davet ediyor. Erdebil’deki çorbacılar oldukça temiz ve ferah mekânlar. Türkiye’de de çok tüketilen mercimekli erişte çorbasıyla ayran aşı denilen bir tür yayla çorbası menüde ilk sırada. Ayran, pirinç, kişniş, yeşil sarımsak, tereyağı ve keskin kokulu bir nane türü ile yapılan ayran aşları neredeyse küçük bir tencere büyüklüğündeki kâselerde servis ediliyor. Lokantalarda masaların dışında ailecek yere oturulup yemek yenilebilen kerevetler var. Sanılanın aksine İranlı kadınların büyük kısmı gece yarılarına kadar yaşamın içindeler. Ayran aşı dükkânlarını dolduran kadınlar, İran’ın dönüşen yüzüne işaret ediyor. Bir yanıyla geleneğe büyük bir aşkla sahip çıkıyor, diğer yandan da yavaş ama istikrarlı biçimde varlıklarının altını çizerek geleceği kendi elleriyle kurabilmenin yollarını inşa ediyorlar.
SAVALAN DAĞININ YAŞAM VERDİĞİ TOPRAKLAR
Ayran, bütün Kuzey İran’da oldukça önemli bir gıda. Türklerin yoğurdu icat ettiği günden beri adeta ayranı hiç bırakmamış Erdebil halkı. Türkiye’de 1980’li yıllara kadar yoğun biçimde sürdürülen manda üretimi Erdebil ve çevresinde halen canlı. Bölgede güçlü bir hayvancılık da göze çarpıyor. Kırsaldaki evlerin hemen hepsinin bitişiğinde evlerden daha büyük kuru ot yığınları göze çarpıyor. Endüstriyel hayvan yemi, hibrit tohumlar ve tarımda kullanılan zehirler İran’a henüz fazla girmemiş. Geleneksel üretim biçimi ve yerel atalık tohumlarla yapılan üretimin sonuçları kaliteye ve fiyatlara yansıyor. Erdebil’deki Savalan (Sabalan) Dağı, 4811 metrelik yüksekliğiyle bölgeye yaşam veriyor.
İRAN’IN GÜNEYİNİ BESLEYEN TARIMSAL ÜRETİM
Savalan’ın çevresindeki tarım ve hayvancılık üretimi bir zamanlar Erciyes Dağı ve çevresindeki yaşamı andırıyor. Hem buğday, hem meyve-sebze hem de sulak alanlar sayesinde güçlü bir hayvancılık yapılan Erciyes çevresinde büyük ölçüde yitirilen model, aynı dili ve kültürel kökleri paylaşan bir halk eliyle Savalan çevresinde yaşatılıyor. Azerbaycan sınırındaki Bilesuvar kentine kadar olan bölge önemli tarımsal üretim üssü haline gelmiş ve diğer kuzey bölgeleriyle birlikte İran’ın güneyini besleyecek ölçüde üretim yapılıyor.
ŞERİAT ÜLKESİNDE CAMİSİ OLMAYAN KÖYLER VAR
Bu bölgedeki köy ve kasabaların birçoğunda cami bulunmuyor. Halka bu durumu sorduğumuzda ibadetin her yerde yapılabileceğini söylüyor. Kırsal yerleşimler ya da kentlerde sonradan inşa edilen camilerin hemen hepsi de geleneksel mimariye uyumlu. İran’ın tuğla işçiliğini ve sivri kemerli taç kapı, pencere geleneğini sürdürüyorlar. Öyle devasa minareler yapmak da gerekmiyor. Yaldızlı metallerden yapılan bir örnek kısa hazır minareler götürülüp camilere monte ediliyor.
‘LAİK’ TÜRKİYE’DEKİ CAMİ ÇILGINLIĞI, İSLAM CUMHURİYETİNDE YOK
Anayasası’nda ‘laiklik’ olan Türkiye’deki 50-100 nüfuslu köylere bile dört minareli devasa beton camilerin inşa edilmesine karşın resmi adı ‘İran İslam Cumhuriyeti’ olan ve 40 yıldır şeriatla yönetilen İran’daki köylerin kiminde hiç cami olmaması, büyük kısmında ise bir ya da iki cami olması oldukça çarpıcı bir ayrıntı. Ancak bu yörenin halkı kültürlerine sıkı sıkıya bağlı. Bir Perşembe günü Azerbaycan sınırına doğru ilerlerken yol boyunca siyahlar içindeki kadınların gruplar halinde yürüdüğünü görüyoruz. Taksiciye sorduğumuzda, “Mezarlık ziyareti yapıyorlar. Her Perşembe ölmüş atalarının mezarlarını ziyaret edip dualar okur halk” diyor.
CEMAATLER TÜRK KÖYLÜSÜNÜ ÜRETİMDEN KOPARDI
Türkiye’de özellikle 1980’lerden sonra dev camilerin inşa edildiği köylerde halk üretimden koparılıp dini cemaatlerin kucağına itilerek tarlalar buğdaydan, sokaklar inek, keçi ve koyundan arındırdı. İran’da ise köylerin camisi olmasa bile tarlalarında buğday, sokaklarında sığır, meralarında koyunlar var. Bu nedenle çarşı -pazar büyük kısmı el yapımı olan yüz çeşit süt ürünüyle dolu. Köklü bir kültür olan kurutulmuş yoğurt (Keş), Anadolu’da endüstriyel üretime kurban edilirken AVM kültürünün henüz girmediği Kuzey İran’da başınızı nereye çevirseniz her çeşit peynirin yanında ‘keş’ satan köylüleri görüyorsunuz. Bakkallar bile onlarca peynir türünün yanında kurutulmuş yoğurt satıyor.
ARMUTLU BAHÇEDE BİR CUMA BULUŞMASI
Erdebil ve çevresindeki irili ufaklı yerleşimler Türk dili ve kültürü açısından önemli bir toplumsal dokuya sahip. Erdebilli dostlarımızın “Haydi gidiyoruz” demesiyle çıktığımız yolculukta bunu yaşayarak görüyoruz. Günlerden Cuma ve biz Tebriz yolu üzerinde bulunan ve ‘Armutlu Bahçe’ diye anılan mesire yerindeyiz. Armut, ahlat, elma ve bir çok ulu söğüt ağacının çevrelediği bu alan Ağustos ayı olmasına karşın yemyeşil. Cuma günleri tatil yapan halk soluğu bu tür mesire yerlerinde alıyor. Tıpkı 1970’lerin Türkiye’sinde mahalleden kamyonlara doluşulup maaile gidilen pikniklere benzer bir ortam var. Erdebil’de kebap kültürü oldukça yaygın olsa da mesire yerlerinde de başı çeken yine ayran aşı. Her aile yanında bidonlarla onlarca litre ayran getiriyor ve ayran aşını piknikte pişiriyor.
YEŞİLLİK TABAĞINDAKİ LEYLA İLE MECNUN
Bu buluşmalar adeta bir törensellik havasında yaşanıyor İran’da. Anadolu Alevilerinin kış aylarında yaptığı Cem törenlerinde olduğu gibi gelen her aile yanında getirdiği yiyecek-içeceği birleştiriyor. Birlikteliğin ve dayanışmanın ahenginin yayıldığı sofralarda önümüze konulan porselen yeşillik tabağının üzerinde Leyla ile Mecnun’un minyatürleri var. Her türlü zorluğa karşı Doğunun aşk masalları ve eski İran destanlarını anlatan Firdevsi’nin ünlü Şehname’sinden sahneler gündelik yaşamın her yerine sirayet ediyor. Duvar halıları, minyatürler, çiniler, tablolar ve mutfaktan salona pek çok nesne Şehname’den bazı sahnelerin anlatıldığı betimlemelerle dolu.
İRAN TÜRKLERİ KADINLAR ÜZERİNDEN KÜLTÜRÜNÜ YAŞATIYOR
Bizim dâhil olduğumuz topluluğun en yaşlısı olan kadına oğullarından biri önünde eğilerek alkışlar eşliğinde bir gül veriyor ve onu kalabalığın içinde onurlandırıyor. Az sonra ise küçücük bir kız çocuğu beyaz bir kumaşa sarılmış, halde prensesler gibi süsleniyor. Yine alkışlar ve içten sevgi gösterileri eşliğinde küçük prenses yavaş yavaş oynamaya başlıyor. Büyükanne kendisine verilen o kırmızı gülü küçük kızın eline tutuşturuyor. Her biri farklı meslek gruplarından olan ve toplumda saygın birer konumu bulunan genç-yaşlı erkekler, kadınların kutsandığı bu törenin hem nedeni hem de sonucu sanki. Her şey kendi olağanlığında akıp gidiyor. Bütün bunlar olurken yan tarafta biri namaz kılıyor, birileri top oynuyor, onlarca ocakta pişen ayran aşlarının kokuları ulu söğüt ağaçlarının yaprakları arasında göğe yükseliyor.
İran Türkleri, en yaşlı ve en genç iki kadın üzerinden sessiz sedasız köklü bir kültürü yaşatmayı sürdürüyor. Umay Ana’nın, Ak Ana’nın, Fatma Ana’nın elleri bu toprakların üstünde hala…