12 Eylül 2012’de halk oylaması ile ‘kapsamlı’ bir anayasa değişikliğinin yapılması, bu yönde siyaseti ve toplumu cesaretlendirdi, yeni/sıfır/sivil/demokratik bir anayasanın yapılabileceğine dair güçlü bir inanç oluşturdu. Ancak, siyaset, toplumun önüne yeni bir anayasa yapma fırsat ve imkânını koyamadı. TBMM’de grubu bulunan dört partinin oluşturduğu anayasa uzlaşma komisyonunda da herhangi bir ilerleme kaydedilemedi.
Yeni anayasa için fırsat
Şimdi Türkiye barışı konuşuyor. Hiç kuşku yok ki bu durum, yeni anayasa için bir fırsat. Ne var ki barışın iki önemli aktörü AKP ve BDP ’nin kendi ajandaları var ve bu ajandalar da anayasa gündemini daraltıyor. AKP’nin“başkanlık/yarı başkanlık”, BDP’nin “statü” talepleriyle oturulacak masadan, belki “daha demokratik” bir anayasa çıkartılabilir ve bu anayasa Türk-Kürt barışının asgari zeminini sağlayabilir ama bu anayasanın Türkiye toplumunun dinamizmini taşıyabileceği kuşkulu.
Egemenlik sorunu
Haklı olarak anayasa tartışmalarının merkezinde “egemenlik” sorunu duruyor. Aslında “egemenliğin kayıtsız şartsız milletin” olduğu konusunda geniş bir mutabakat var. Esas tartışma, ’millete ait olan egemenliğin’ nasıl kullanılacağı sorusu etrafında yoğunlaşıyor ve doğru olan da bu. Ne var ki, yeni bir anayasa yapmak için yeni bir fırsat oluşturan barış süreci, tartışmaların odak noktasını tekrar “milletin kim olduğu?”sorusuna çevirdi. Öyle anlaşılıyor ki, “Türk milleti-Türkiye halkı, Türk-Türkiye vatandaşı” tartışması daha çok zaman alacak ve korkulur ki, “Türk milleti ya da Türkiye halkının” egemenliği nasıl kullanacağı yeteri kadar konuşulmayacak.
Cumhuriyet’in kuruluşundan 1950’ye kadar Türkiye’de egemenliğin kullanılması konusunda bir tartışma olmadı; Cumhuriyet Halk Fırkası/Partisi’nde vücut bulan kurucu irade, hem “millet” inşa etti hem de millet adına egemenliği kullandı. 1924 Anayasası egemenliğin milletin yegâne temsilcisi olan TBMM tarafından kullanılacağını öngörüyordu. TBMM üyeleri de CHP tarafından atanıyordu.
“Egemenliğin kullanılması”nın sorun haline gelmesi, 1950’de çok partili demokratik rejime geçilmesiyle başladı. Demokrat Parti, “milli iradeyi temsil ettiğini, anayasanın gereği olarak egemenliği millet adına kullandığını, o nedenle her şeyi yapabileceğini” savunuyordu. CHP ise kurduğu Cumhuriyet’i koruma ve kollama refleksiyle hareket ediyor, elinde olan devlet kadroları marifetiyle DP’ye “her şeyi” yaptırmamaya çalışıyordu. Seçim yoluyla DP’nin engellenmesi mümkün olmayınca da 27 Mayıs ihtilali ile TSK yönetime el koydu.
Vesayet sistemi
27 Mayıs ihtilalinin amacı, 1924 Anayasası’nın ‘sorunlu’ olarak görülen “egemenliğin kullanılması”maddesinin düzeltilmesidir. Nitekim 1961 Anayasası’nda, millet egemenliğini “anayasal kurumlar aracılığı ile kullanır” diye yazıldı. Hiç kuşku yok ki bu, bir anayasal vesayet sistemiydi. 1961 Anayasası’yla kurulan ve 1982 Anayasası ile tahkim edilen vesayet sisteminde, seçilmiş hükümet ülkeyi yönetiyor ama yerleşik devlet iktidarı tarafından denetleniyor, ‘yanlış yaptıklarında’ da düzeltiliyordu. Yani “millete ait olan” egemenlik, seçilmişler ile yerleşik devlet iktidarı arasında paylaşılıyordu.
Vesayet sistemi, 1996’da Refah Partisi’nin iktidara gelmesine kadar ciddi bir sıkıntı çıkmadan sürdü. Refah Partisi, sadece taşıdığı ideoloji nedeniyle değil, onu taşıyan sosyoloji ile de ‘tehlikeli’ olarak algılandı. O güne kadarki ‘milli irade’ temsilcileri/ seçilenler, her ne kadar oyları ’çevre’den alsalar da, ideolojik donanım ve yaşam tarzlarıyla esasen siyasal ve ekonomik merkeze mensuptular. Refah Partisi ise Türk modernleşme projesinin ötekileştirdiği geniş halk kesimlerini temsil ediyordu. O nedenle dindarlardan, Kürtlerden, kasaba eşrafından ve gecekondulardan rey alan Refah Partisi müesses nizam için bir tehditti. Nitekim Cumhuriyet tarihinin bu ‘en büyük tehdidi’ne, vesayet sisteminin kuralları da zorlanarak, en ağır şekilde karşılık verildi, 28 Şubat postmodern darbesi ile Refah Partisi devre dışı bırakıldı. Ne var ki aynı sosyoloji bu sefer ‘iradesinin davacısı’ olarak gördüğü AKP’yi tek başına ve güçlü bir şekilde iktidara taşıdı. AKP ise vesayet sistemini kurumlarına fazla dokunmadan, iç vesayet çevrelerini uluslararası vesayet çevreleriyle dengeleyerek iktidarda kalmayı başardı.
Yeni vesayet
Bu arada, on yıllık AKP iktidarında sosyoloji de altüst oldu: Çevreden gelenler merkeze yerleşti, şimdi her merkeze gelen gibi yerlerini tahkim etmeye çalışıyorlar. Başbakan Erdoğan, önce kendisinden önceki ’milli irade temsilcileri’ gibi sürekli olarak engellendiğinden yakındı. Zamanla eski vesayetçileri büyük ölçüde tasfiye etti, vesayet kurumlarını da istediği gibi düzenledi. Ancak bununla yetinmiyor; denetimi bütünüyle ortadan kaldırmak istiyor. AKP’nin teklif ettiği ‘Türk tipi başkanlık sistemi’nin, başkana verdiği “kanun hükmünde kararname çıkarma, meclisi feshetme ve yargı üst kurulunu atama” yetkisi başka bir anlama gelmez.
Temsil sorunu
Şimdi Türkiye, ‘Türk’ mü olsun, ‘Türkiyeli’ mi, ‘Türk milleti’ mi olsun, ‘Türkiye halkı’ mı gibi sorulara cevap arıyor. Elbette bu tartışma bütünüyle anlamsız değil ancak eğer ‘Türkiyeliler’in ‘egemenlik haklarını’ nasıl kullanacaklarını gerektiği kadar konuşmaz ve bunun uygun formülünü bulamazsak, çok fazla bir şey yapmış olmayız. Bu çerçeveden yeni anayasanın halletmesi gereken iki önemli konu, ’temsil’ ve ‘denetim’ sorunudur.
Türkiye’deki vesayet sisteminin en başta gelen aracı, mevcut siyasi partiler ve seçim sistemidir.“Demokrasinin vazgeçilmez unsurları” olduğunu söylediğimiz siyasi partiler, demokratikleştirilmeden kimse demokrasiden söz etmemeli. Bunun yolu, siyasi partilerin üyeler tarafından finanse edilmesi ve tüm kararların yine gerçek üyeler tarafından alınmasıdır. Yani politikaların oluşturulması, genel başkan dahil tüm parti yöneticileri ve milletvekilleri ile belediye başkanı ve yerel meclis üyelerinin seçiminin parti üyeleri tarafından yapılması, anayasal zorunluluk haline getirilmeli.
Ayrıca seçim barajları bütünüyle kaldırılmalı, seçmen sadece parti seçmek zorunda kalmamalı, partilerin adayları arasında tercih yapma hakkına da sahip olmalı.
Denetim sorunu
İkinci önemli konu, ‘denetim’. En büyük tartışma da burada çıkıyor. Seçimleri kazanıp millet adına egemenliği kullanma hakkı elde edenler, hiçbir şekilde denetlenmek istemezken, vesayet odakları da ‘denetim’ adı altında millet iradesine musallat oluyor.
Bugün Türkiye’de yürürlükte olan sistem, bu yönüyle tam bir garabet. Örneğin başbakan/hükümet kendi atadığı milletvekilleri tarafından denetleniyor. Aynı şekilde başbakanın, bakanın, genel müdürün atadığı teftiş kurulları, idari denetim yapıyor. Öte yandan Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve idare mahkemeleri, vesayet kurumları gibi davranarak ‘yerindelik’ denetimi yapabiliyor.
Demokrasilerin temel esprisi, egemenliğin halkın olması, yani yürütme, yasama ve yargının meşruiyetini halktan alıyor olmasıdır. Başkanlık, yarı başkanlık ya da parlamenter sistem olsun fark etmez, demokratik bir denetim şarttır.
Denetim meclisi
Yürütmenin etkin ve verimli denetlenebilmesi için yeni anayasada halkın seçtiği ve münhasıran bu işle görevli bir denetim meclisinin tesis edilmesi düşünülmeli. ‘Denetim Meclisi’nin üyeleri, doğrudan halk tarafından, iki turlu dar bölge sistemi ile yapılacak seçimlerle belirlenmeli. “Kesin hesap yasa tasarılarının görüşülmesi, gensoru, meclis araştırması ve soruşturması gibi” denetim fonksiyonları bu meclis tarafından icra edilmeli. Yine bu meclis, HSYK üyelerinin tamamını, Anayasa Mahkemesi dâhil yüksek yargı organları üyelerinin 2/3’ünü seçme yetkisine sahip olmalı. Bu şekilde yargının “millet adına” karar vermesinin meşruiyet sorunu da aşılmış olur.
Cumhurbaşkanlığına bağlı olan Devlet Denetleme Kurulu ile Başbakanlık Teftiş Kurulu kaldırılarak, bunların yerine ‘TBMM Denetleme Kurulu’ adıyla Denetim Meclisi’ne bağlı yeni bir kurul oluşturulmalı, üyeleri Denetim Meclisi Genel Kurulu tarafından seçilecek olan bu kurul, TSK dâhil devletin tüm organlarının idari denetimini yapmaya yetkili olmalı. Devletin maliyesi ve performansının denetimini yapan Sayıştay da, Denetleme Meclisi’ne bağlanmalı.
Halk oylaması
Bu şekilde seçilmişlerin denetimi sorunu denetimin kaynağını halk ve seçime dayandırarak büyük ölçüde aşabiliriz. Ancak yine de seçilmişlerin seçmeler adına her şeyi yapma yetkisi olmamalı. Artık “egemenliğin mutlak olarak devredilmesi” tartışılıyor. Seçilmişler, halk iradesinin temsilcisidirler, kendisi değil. Halk, onları bazı işlerini görsünler diye seçiyor; iradesini mutlak olarak seçtiklerine devretmiyor. O nedenle egemenliğin sahibi olan halkın söz hakkı bakidir, seçilmişler önemli karaları, halk oylaması vasıtasıyla halka sorarak almalıdırlar. Örneğin merkezi yönetimin alacağı savaş kararı, önemli vergiler gibi, yerel yönetimlerin kentle ilgili herkesi ve gelecek kuşakları ilgilendiren önemli kararları halk oylamasına götürmelidirler. Bunlara eklenecek bir husus da halkın seçtiklerini geri çağırma hakkıdır. Dört ya da beş yıllığına seçilmiş olan kişiler halk tarafından görevlerinden alınabilmelidir.