Kuzey Teve


betnis giriş
betnis
yakabet giriş

Din, Siyaset ve Toplum

Din, Siyaset ve Toplum
kamil kopuz( [email protected] )
4 views
29 Nisan 2025 - 13:53
Spread the love

İkinci bölüm

Ekonomik ve Teknolojik Gelişmeye Etkisi

Bir ülkenin ekonomik kalkınması ve teknolojik ilerlemesi; bilimsel düşüncenin ön planda olduğu, liyakate dayalı sistemlerin kurulduğu ve üretkenliğin teşvik edildiği ortamlarda mümkün olur. Ancak dinin devlet yönetimine ve kurumlarına egemen olduğu yapılar, bu temelleri büyük ölçüde zayıflatır.

Dini söylemlerin ekonomi politikalarında belirleyici hale gelmesi, rasyonel karar alma süreçlerinin yerini doğmatik yaklaşımlara bırakmasına neden olur. Bütçeler dini vakıflara, cemaatlere ve tarikatlara aktarılırken; bilim, Ar-Ge, teknoloji yatırımları geri planda kalır. Ekonomik kalkınma yerine, sadakat temelinde dağıtılan kaynaklar ve yandaş ekonomisi ortaya çıkar. Böyle bir düzende üretim değil tüketim, katma değer değil gösteriş ön plandadır.

Teknoloji geliştirmek; sorgulayan, yaratıcı ve özgür düşünen bireylerin yetiştiği ortamlarda mümkündür. Ancak eğitim sistemi dinselleştirildiğinde;

Eleştirel düşünce bastırıldığında, teknoloji üretimi değil, sadece ithalatı yapılabilir.

Bu da ülkeyi dışa bağımlı hale getirir. Dışa bağımlı bir ekonomi ise kırılganlık demektir; kur dalgalanmaları, yatırım güvensizliği ve istikrarsız büyüme bu sürecin kaçınılmaz sonuçlarıdır.

Dini gerekçelerle ekonomik alanda alınan kararlar; faiz karşıtlığı, kadınların iş gücüne katılımının sınırlanması veya çalışma hayatında dini normların dayatılması gibi uygulamalarla birlikte toplumsal verimliliği de düşürür. İş gücü potansiyeli daralır, üretim düşer, rekabet gücü kaybolur. Bu ortamda bilim insanları, girişimciler ve yatırımcılar ülkeden göç eder;

“Beyin göçü” kalıcı bir kriz haline gelir.

Küresel ekonomide söz sahibi olan ülkeler, dini inançları bireysel bir alan olarak tanımlamış ve kamu politikalarını akıl, bilim ve evrensel değerler üzerine kurmuşlardır. Bu, ekonomik başarılarının temelidir. Oysa dinin ekonomik kararları belirlediği rejimlerde sürdürülebilir kalkınmadan söz etmek mümkün değildir.

“Dini Yapıların Devlet Kaynaklarıyla Beslenmesi”

Modern devletlerin en temel sorumluluğu, kamu kaynaklarını halkın ortak yararı için adil ve şeffaf biçimde kullanmaktır. Ancak dinin siyasete egemen olduğu rejimlerde bu kaynakların büyük bir kısmı; şeffaflıktan uzak, denetlenemeyen ve halktan gizlenen yollarla dini cemaatler, tarikatlar ve vakıflara aktarılmaktadır. Bu yapılar zamanla sadece dini değil, ekonomik ve siyasal alanlarda da belirleyici hale gelirler.

Devletin sağladığı maddi destekler, vergi muafiyetleri, mülk tahsisleri ve kamu ihalelerinin bu yapılara aktarılması; onların sadece güçlenmesine değil, aynı zamanda dokunulmazlık kazanmalarına da yol açar. Dışarıdan bakıldığında birer sivil toplum kuruluşu gibi görünseler de, aslında devleti perde arkasından yöneten gizli güç odaklarına dönüşürler. Devletle cemaatin iç içe geçtiği bu yapı, adaleti ve eşitliği ortadan kaldırır.

Bu dini yapılar, halktan topladıkları bağışlar, vakıf adı altında dönen büyük ekonomik çarklar ve devletin sunduğu imkanlar sayesinde geniş bir nüfuz alanı kurarlar. Eğitimden medyaya, iş dünyasından siyasete kadar her alanda yer alarak alternatif bir iktidar ağı oluştururlar. Halktan topladıkları destek, halka hizmet olarak değil; kendi iktidar alanlarını genişletmek için kullanılır.

Üstelik bu yapıların varlığı genellikle halka açık biçimde tartışılmaz. Eleştirilmeleri halinde “dine saldırı” algısı yaratılır. Böylece hem devletin kaynakları kullanılarak büyütülürler, hem de toplumun denetiminden kaçırılırlar. Eleştiriye kapalı, dokunulmaz, kutsal bir zırhla sarılmış bu kurumlar; demokratik düzenin şeffaflık, hesap verebilirlik ve eşit yurttaşlık ilkelerine tamamen aykırıdır.

Sonuçta ortaya çıkan şey;

Sadece devletten pay alan dini yapılar değil; halktan çalınan bir gelecek, bastırılan bir özgürlük ve gasp edilen bir kamu düzenidir. Egemenlik artık halkın değil, o halkın inançlarını kullanan çıkar gruplarının elindedir.

 

Toplumlar uzun süre baskıya, eşitsizliğe ve adaletsizliğe tahammül edebilir; ancak bu tahammül sonsuz değildir. Din temelli yönetimlerin baskıcı yapıları, halkın temel hak ve özgürlüklerini sistematik şekilde kısıtladığında, toplumda biriken öfke kaçınılmaz olarak bir patlama noktasına ulaşır.

İfade özgürlüğünün yok sayıldığı, muhalefetin susturulduğu, eğitim ve ekonomi gibi yaşamsal alanların dini dogmalara teslim edildiği, kadınların, gençlerin, farklı inanç ve düşünce gruplarının dışlandığı bir düzen, er ya da geç büyük bir sosyal krizi doğurur. Bu patlama yalnızca ekonomik yoksunlukla ilgili değildir; aynı zamanda hak gaspına uğrayan bir halkın varoluş mücadelesidir.

İktidarlar, bu patlamaları önlemek veya bastırmak için genellikle demokrasinin tamamen zıttı yöntemlere başvururlar. Olağanüstü hal ilanları, keyfi tutuklamalar, sansür, medya baskısı, sosyal medya yasakları ve sokakta artan polis şiddeti… Tüm bu uygulamalar, halkın sesini kısmayı ve sistemin devamını sağlamayı amaçlar. Ancak bu, sorunları çözmek yerine daha da derinleştirir.

Baskı ile geçici sessizlik sağlanabilir; fakat bastırılan gerçekler, daha büyük çatlaklar yaratır. Toplumsal kutuplaşma derinleşir, güvensizlik artar ve sistem kendi meşruiyetini kaybeder. Dini değerlerin arkasına sığınılarak yapılan her baskı, aslında hem dini yıpratır hem de halkın inanca olan güvenini sarsar.

Bu noktada önemli bir soru sorulmalıdır:

Bu yöntemlerle ayakta kalabilen bir ülke var mı?

Cevap net: Kısa vadede ayakta kalmak mümkün olsa da, uzun vadede bu sistemler çöker. Çünkü insan doğası özgürlüğü arar. Halkın sesini ebediyen susturmak mümkün değildir. Tarih bunun sayısız örneğiyle doludur: Bastırılmış her toplum bir gün ayağa kalkar, her susturulan söz sonunda daha güçlü yankılanır.

Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrıldığı ülkelerde, bireyin inancı kutsal bir hak olarak tanınırken; bu inancın kamusal alanı şekillendirmesine izin verilmez. Devlet, tüm inançlara eşit mesafede durur ve hiçbir dini grup ya da mezhebi siyasal karar mekanizmalarının içine almaz. Bu yaklaşım, toplumsal barışın ve sürdürülebilir kalkınmanın en temel dayanağıdır.

Laik sistemlerde bireyler inançlarını özgürce yaşayabilir; ama bu inançlar kimseye ayrıcalık tanımaz. Devletin tüm kararları akla, bilime, insan haklarına ve anayasal ilkelere dayanır. Eğitim sistemleri eleştirel düşünceyi, özgür ifadeyi ve çok sesliliği teşvik eder. Sonuç: yaratıcı bireyler, üretken toplumlar, güçlü demokrasilerdir. İskandinav ülkeleri (Norveç, İsveç, Danimarka), Kanada, Almanya, Fransa gibi örneklerde görüldüğü üzere; laiklik sadece inanç özgürlüğünü değil, toplumsal refahı da güvence altına alır. Bu ülkelerde kişi başına düşen gelir yüksektir, eğitim sistemleri çağın ihtiyaçlarına uygundur, kadın-erkek eşitliği temel bir normdur ve en önemlisi bireyler devlete güven duyar.

Laikliğin egemen olduğu bu toplumlarda din, bireyin vicdanında yücelir — siyasetin aracı değil, insanın içsel rehberi olur. Bu da toplumda daha az kutuplaşma, daha fazla hoşgörü ve daha sağlıklı bir birlikte yaşama kültürü doğurur.

Bu model aynı zamanda devleti de güçlendirir. Çünkü devletin meşruiyeti, bir inancın değil; adaletin ve aklın üzerine kuruludur. Bu sayede halk, yönetenlere biat etmek zorunda kalmaz; onları sorgular, denetler, gerektiğinde değiştirir. İşte gerçek demokrasi budur.

Kurtuluş

Din ve devletin birbirinden ayrılmadığı, inançların siyasal araca dönüştüğü, halkın özgürlüklerinin elinden alındığı ve toplumların içine kapandığı bu karanlık döngüden çıkmak için umudu, aklı ve adaleti temel alarak bir yol haritası çizmek gereklidir.

Çıkış yolu, öncelikle eğitimde başlar. Toplumları yeniden inşa etmek için, özgür düşüncenin, eleştirel sorgulamanın ve bilimsel aklın ön planda olduğu eğitim sistemleri kurmak sorunluluğu mutlaktır. Eğitim, insanları sadece bilgiyle donatmakla kalmaz; aynı zamanda onların sosyal sorumluluk duygusunu, hoşgörüsünü ve adalet anlayışını geliştirir. Laik ve eşitlikçi bir eğitim sistemi, toplumu özgür bireylerle şekillendirir ve toplumsal yapıyı güçlendirir.

Bir diğer önemli adım ise hukukun üstünlüğü ilkesinin güçlü bir şekilde yerleştirilmesidir. Devletin, tüm vatandaşlarına eşit mesafede durması, herkesin aynı hak ve özgürlüklere sahip olmasını sağlamak, adaletin sağlanması adına atılacak en önemli adımdır. Din, toplumun özel bir alanıdır ve devletin müdahale etmemesi gereken bir düzeyde kalmalıdır. Bu, her bireyin kendi inançlarını özgürce yaşaması için güvence sağlar.

Son olarak, katılımcı demokrasiyi yeniden inşa etmek gereklidir. Toplumda farklı görüşlerin, inançların ve düşüncelerin varlığı kabul edilmeli, bu çeşitliliğin bir tehdit değil, toplumun zenginliği olarak görülmesi sağlanmalıdır. Demokratik denetim mekanizmaları, şeffaflık ve hesap verebilirlik, halkın kendi geleceğini şekillendirme gücüne sahip olmasını sağlar.

Dünyada laiklik anlayışını benimsemiş, demokratik ve özgürlükçü sistemlerde yaşayan halklar, yüksek refah seviyelerine ulaşmış ve sosyal huzuru yakalamıştır. Bu sistemlerin başarısının temelinde, bireylerin özgürlüğüne ve toplumsal eşitliğe dayalı bir yapı yatmaktadır.

Sonuç olarak;

Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrıldığı, bireylerin inançlarını özgürce yaşadığı, adaletin, eğitimin ve demokrasinin güçlü olduğu toplumlar, sadece ekonomik anlamda değil, kültürel ve toplumsal anlamda da başarılı olurlar. Bu, sadece bir ideal değil; mümkün ve ulaşılabilir bir gelecektir.

İnsan doğası özgürlüğü arar, özgürlüğü arayan, özgürlüğü elinden alınan ve özgürlük mücadelesi veren bütün dünya insanlarına selam olsun!

Tanrı insanı özgür yaratmıştır!

Dostça selamlarımla

Kamil Kopuz

PİYASALARDA SON DURUM
  • DOLAR
    -
    -
    -
  • EURO
    -
    -
    -
  • ALTIN
    -
    -
    -
  • BIST 100
    -
    -
    -

2024 Kuzeyteve.com